Can Yücel’e Mektup

Yıllar önce bir öğrenci etkinliğine davet etmek için arkadaşlarla Can Yücel’den randevu almıştık. Bizi Çamlıca’da her zaman gittiği Çınaraltı kahvesinde bekleyecekti. Yağmurlu bir İstanbul’du. Epey geç kalmıştık. Çok beklemiş bizi. Kızmış. Sonra da evine gitmiş.

Caddeler ıslaktı, yollar, evler. Biz ıslaktık. Gün bitiyordu. Onu beklettiğimiz için çok üzüldük, özür dilemek için evine gittik. Sonunda geldik kapısının önüne. Uzun çalan zilin ardından kapıyı kızı açtı. Kim olduğumuzu anlaması uzun sürmedi. Babasının bekletildiği için çok kızgın olduğunu söyledi.

Üst katta oturan babasına seslendi.  Can babanın her tarafı inleten sesini duyduk; gitsinler diyordu yukarıdan, geç kalmamayı öğrensinler. Fakat illa görmek istedik.  Ahşap merdivenler gıcırdamaya başladı. Ve o ses hiç gitmedi kulaklarımdan.

Yaşlı gövdesiyle ağır ağır indi merdivenlerden Can baba. Kapıda bir şiirini okuyuverdi sanki;

Gezinen bir şiir bu

Sokaklarda dolaşıyor

Tırmanıyor evlere

İçlerini gözlüyor

(Göz-Gör-Arpacık)

Can babanın gözleri yıldırımlı idi, sesi bulutlu. Bitiremediğimiz bir mektubu onunla sürdürüyoruz gibi gelir yıllar sonra bile bana.

Şöyle sorar kapı ağzında,

“Şair!.. Sen hayatında şiirin öfke olduğunu düşündün mü hiç?”

(Bir Aforizma)

Çok düşündüm Can baba. Şiir bir öfke kadar acımasız mıydı yoksa iğneleri batan bir elbisemiydi? Galiba bir annenin imgelemine gelen en güzel şeydi;

Anam babama aşık olmuş,
Babam da anama.
Gezelim bu Çarşamba demiş babam.
Sur-dışlı anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne anamın.
Babam, kavilleri üzre, gelip Topkapı dışındaki evlerine
Anamı alıp, kaçbir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit'i.
Bebek sırtlarına çıkmışlar.
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı.
Babam el atınca orasına burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam...
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..

(İğneli)

Gökyüzüne doğru uçan balon muydu şiir? Ağacın meyvesi mi, yaprağın çiçeği mi? Tek boyutlu bir zaman sanatı diyesim geliyor. Susuyorum.

Kelebeğin rengi mi, kuşun kanadı mı, mutfakta pişen çorbanın buğusu mu, balın özü mü yoksa insanın kendisi mi, bilemedim.

Çerçeveden taştı yaptığım resim, boyutları katmanlaştı. Söz uçar dediler. Sözcükler uçtu. Geriye şiir kaldı. Karanlıkta taşı yonttu şair. Şiir oldu. Can baba taşa ses verdi;

Şiir bir çalar-saattir

Dakik

Tam zamanında çalan,

Zırvasız

Ve zartasız, zurtasız...

Zırrrrrrr!

İşinin başına Eşref’i

Eşraf saatinde hem

Elifi elifine

Uyandırmak için...

Ama kendi işinin başına...

Çalakalem,

Çala

Çala...

Biyolojik bir saat demek ki şiir

Ve ölünceye de

Dakik...

(Çalakalem)

Can baba günümüze nasıl bir şiir yazardın, hep merak ettim.Yıllar geçse de insanlık kelimeleri ve rüyalarını kaybetmedi. Ve şiir yazılmaya devam etti.  Günler günleri kovalarken daha da daralan hayatımızı nasıl anlatırdın kendi dilinle? Sanırım sendeki humor yeni bir boyut kazanırdı. Hala Don Kişot gibi kaçak yeldeğirmenleri ile savaşırdın büyük ihtimalle;

“Şiir insanlığın kurtuluşu doğrultusunda ölümcül bir denemedir”

Ben bir aşk değirmeniyim

Şiirler öğütürüm Ayça Parkı’nda

Çocukları havada fır döndürürüm kollarımla

Paydostan sonra da Donkişot’u görürüm rüyalarımda”

(Öztanıtım)

Argoyu şiire yakıştırırken, halk deyişlerini ustaca kullanarak, dilindeki ince hiciv ile günümüzü ne iyi anlatırdın. Sözcüklerden bir dünya yaratmıştın her şiirinle. Kendi deyişinle “biraz mistik”ti şiirlerin.

Bir söyleşide “nasıl yazıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz?” sorularına şöyle cevap vermişsin;

“Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya da ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire demiş ya: “Esin dediğin gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir...”

ŞİİR ÇEVİRDİN Mİ, ŞİİRİ EVİRDİN Mİ

Şiir çevirdin mi, şiiri evirdin mi diye düşünürken, Shakespeare’nin A Midsummer Night’s Dream oyununu Bahar Noktası diye çevirirken, çevirmen yerine Türkçe söyleyen kişi olarak yazılması bu sorularıma cevap gibi gelir hep.

Kadim zamanlardan beri çeviri yaratarak yazmak mıdır yoksa yazılanı aktarmak mıdır sorularına cevap aranmış: Cicero’dan günümüze kadar gelen verbum e verbu, sözcüğü sözcüğüne çeviri; sensum exprimere de sensu, anlamın çevirisi. Bu alanda da Can baba kendi özgünlüğünü gösterdin. Shakespeare’e can üfledin;

Aleme nizam verirken haytalar

Şekspirle Yunus yan yana yatarlar

Hece taşlarıyla söyleş dilleri

William Shakespeare’i bizim yanımıza getirip, pala bıyıklarını burarak, konuşan bir külhanbeyi havasına büründürmüştün. 66. soneden bir örnekle devam edecek olursak;

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama

Seni yalnız komak var o koyuyor adama

Tired with all these, from these would I be gone,

Save that, to die, I leave my love alone

Sözünü Türkçe söyledin, çevirdiğini kendi teknende yoğurdun, evirdin. Hamlet’in ünlü to be or not to be diye devam eden konuşmasının bir bölümünü de yazmasam olmazdı;

Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?

Acep hangisi, nefsine destur deyip karayazının

Oklarını, güllelerini sineye çekmek mi yoksa

Bu bela deryasına karşı isyan etmek mi

Yaraşır insan olana?

...

Yoksa hangimiz dayanırdı zamanın sillesine, şamarına

Zalimin zulmüne, zorbanın zartasına, zurtasına,

Karşılıksız aşkın azabına, hukukun gugukluğuna,

Hangimiz dayanırdı başımızdakilerin başımıza çıkmasına

***

Can baba erken mi gittin yoksa?

Hala bekler misin bizi o kahvede. O kapı eşiğinde. Şiirin eşiğinde. Su gibi çıplak mı kelimelerin? Şiiri kovalar durur musun ya da konuk mu edersin?

İmgeleri dönüştürürken, Tanrılara kelebek gözlüğü takarsın. Bir de şöyle dersin beklerken;

“ Bekleyen belasını da bulur, mevlasını da bulur, demişler. Şiir ki hem beladır, hem mevla, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız beklediğinizi çaktırmadan.”