Hakikatin Bedeli: Gazetecilik

"Gazetecilikte, gerçeği söyleyip şeytanı utandırmaktan daha yüce bir kanun yoktur." — W. Lippmann

Bağımsız, namuslu ve onurlu gazetecilik, demokrasilerin ve özgür toplumların sağlam direğidir. Bir ülkede gazetecilik tehdit altındaysa, o ülkenin en büyük sorunu demokrasiden yoksun olmaktır; düşen değil, hiç var olmayan bir demokrasi vardır orada.

Tarih boyunca gazeteciler iktidarın baskısı altında kalmış ve basın özgürlüğü sürekli olarak kısıtlanmıştır. Türkiye, bu bağlamda basın ve yayın özgürlüğünü sınırlama konusunda oldukça kötü bir sicile sahiptir. Osmanlı döneminde başlayan kısıtlamalar 1864’te bir nizamname ile pekiştirilmiştir. 1876’da ilk Anayasa ile basın özgürlüğü güvence altına alınmış görünse de, II. Abdülhamit döneminde bu özgürlük tamamen ortadan kaldırılmıştır. O dönemde gazeteciler, II. Abdülhamit’in büyük burnunu karikatürlerle eleştirirken, büyük burun ifadesi sansürlenmiş ve yasaklı kelimeler listesi oldukça uzun bir hale gelmiştir.

Abdülhamit döneminde sansürlenen kelimeler arasında arsenik, anarşi, ihtilal, ispiritizm (ruh çağırma), istibdat, infilak (patlama), inkılap, inkıraz (çöküş), parlamento, te'evvüh (sitem), opurtünist, hürriyet, cumhur, cumhuriyet, cemiyet, hafiye, darvinizm, disiplin, zehir, avam, isyân, sosyalizm, diktatör, şurayı devlet, demokrat, radikal, humbara (bomba), meclis-i umumi, veto, nihilist, randevu, irtiyab (şüphe), oligarşi ve engelleme gibi kelimeler yer almaktadır. Bu kelimeler, Maarif Nezareti Tedkik-i Müellefat Encümeni tarafından sansürlenmiş olup, 1911 yılında Ali Seydi Bey tarafından Resimli Kamus-i Osmani’nin 1131. ve 1132. sayfalarının ekler kısmında 58 adet olarak verilmiştir.

II. Meşrutiyet'te kısıtlamalar kısmen gevşese de, 1913’te "devlet güvenliği" gerekçesiyle gazeteleri kapatma yetkisi hükümete verilmiştir. 1925’te Takrir-i Sükûn Yasası ile durum daha da kötüleşmiş; 1950 yılından itibaren her on yılda basın özgürlüğü baskı altında tutulmuştur. Gazetecilere yönelik saldırılar, devletin gizli grupları tarafından gerçekleştirilirken, son on yılda bu tehditler iktidar sahipleri tarafından açıkça yapılır hale gelmiştir.

140 yıldır süregelen bu baskılar, bir utanç vesikası olarak güncelliğini koruyor. Hâlâ Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde onlarca gazeteci tutuklu. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) tarafından hazırlanan 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Türkiye, 180 ülke arasında 158. sırada yer alırken, 2024 Dünya Demokrasi Endeksi'nde ise 102. sıradadır.

Gazetecilik, özgür iradenin, bağımsız düşüncenin bir yansımasıdır. Zamanın kudretli elleri, iktidarların kelimeleri, cümleleri ve düşünceleri denetlemek istemesiyle basın özgürlüğü tehdit altındadır. Gazeteler, dergiler ve ekranlar; her biri bir yudum özgürlük sunarken, iktidarlar için büyük bir tehdit oluşturur. Çünkü gerçekler, karanlığın ardında gizlenen sırları aydınlatır ve bu ışık, güç sahiplerini rahatsız eder.

Gerçek gazetecilik, tarafsızlık ve doğruluk üzerine kurulu bir köprüdür. Her kelime, okuyucu için bir kapı; her haber, bir düşüncenin vücut bulmuş halidir. Bağımsız medya, toplumun sesi ve vicdanıdır. Bu nedenle, iktidarların baskısında bağımsız seslerin yankısı çok daha değerli hale gelir.

Neden gazeteciler, egemenler tarafından sevilmez?

Çünkü cesaretleri, sessizliği bozar; kalemleri, iktidarın çarklarını durdurabilir. Baskı ve tehdit, gerçeklerin peşinde koşanları zincirler. Rabia Önver, Hakkari’de uyuşturucu ve fuhuş üzerine yaptığı “Çolemêrg’te Özel Savaş” başlıklı haberinden dolayı evine baskın düzenlenip gözaltına alınıyor. Rabia gibi yüzlerce gazeteci bu muamelelerle karşı karşıya kalmaktadır. Ya bir işkenceci, ya haksızlık yapan bir kolluk kuvveti, ya bir tacizci, ya bir tecavüzcü, ya bir suç örgütü, ya bir devlet kurumu ya da bir siyasi parti ve siyasetçiler korunur. Kolluk güçlerinin ve yargı organlarının yurttaşlara karşı en temel görevi, onları tehdit eden tüm unsurlardan korumaktır. Ancak, tehdit edenleri haber yapanlara karşı tehdit olarak görmek bir garabettir. Eğer durum buysa, aklımıza gelen soru şudur: Suç şebekelerinin ya da suç işleyen tüm iltisaklı, iltisaksız unsurların korunması kime hizmet ediyor, neyi amaçlıyor? Bu durum, uzun uzun anlatılabilecek bir konudur. Kısacası, sistem nezdinde Türkiye’de kendisinden olamayan gazetecilik eşittir gazeteci değil.

Egemenler, gazetecilere karşı savaşı bazen kendileri yapmazlar; farklı kesimleri kullanarak bu savaşı yürütürler. Bağımsız gazetecileri, bağımlı gazetecilerin pençelerine atarak etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Kendilerine bağlı olanlar, köşelerinde, ekranlarda ve yazılarında, öncelikle bağlı bulundukları alanları sürekli aklar ve paklar; bağımsız gazetecilerin yaptığı haberleri ve takipleri kara propaganda, anti-bilimsel ve dezenformasyon yöntemleri ile boşa çıkaracak aksiyonlarda bulunurlar. Çoğu zaman gerici-faşist, radikal milliyetçi, gerici-dinci kesimlerine hedef gösterirler; kimi zaman mafya çetelerinin önüne atarlar, kimi zaman da zihinsel olarak evrimini tamamlayamamış kesimlerin saldırılarına maruz bırakırlar. Türkiye’de hakikatli gazetecilik yapmak, zor bir zanaattır.

Özgür basın ve bağımsız gazeteciler olmasaydı

Özgür basın ve bağımsız gazeteciler olmasaydı, Türkiye’nin karanlık sırları asla gün yüzüne çıkmayacaktı. Susurluk olayı, eğer ifşa edilmeseydi, biz sadece Susurluk’un lezzetli ayran merkezi olduğunu bilecek, suç çeteleri ve devletin içindeki bağlantıları asla öğrenemeyecektik.

Roboski’de katledilen 34 insanın sivil değil, “terörist” olarak damgalanması çok kolay olacaktı. Kayıplar, siyasilerin propaganda makinesinin kurbanı olarak yok olacaktı. Düşünün ki, olaydan sonra gerçekler saklanmış ve biz sadece “güvenlik” algısıyla ikna edilmiş olacaktık.

Narin adındaki masum kız çocuğunun öldürülmesi, bağımsız gazetecilik olmasaydı, karanlık bir sır olacak, öldürüldüğünü değil, “mukadderat” diyerek normal ölüm olarak kalacak ve gerçeği asla gün yüzüne çıkmayacaktı. Onun bir hikâyesi olamayacak, belki de adı silinecekti.

Uyuşturucu ve fuhuş çeteleri, gizli gölgeler gibi varlığını sürdürürken, biz bu tehlikelerin farkında olmayacaktık. Bu çetelerin arka planındaki karanlık ilişkiler asla sorgulanmayacak; herkes kendi güvenli alanında yaşamaya devam edecekti. Sokaklarımız, suç ve şiddetle dolup taşarken, biz “güvenli” bir hayat sürdüğümüze inanacaktık.

Yolsuzluklar, eğer araştırılmasaydı, devlet içinde “sıradan bir alışkanlık” haline gelecek; kamu görevlileri, halkın gözünden kaçan bir karaborsa gibi hareket “edecekti”. Gerçekler, perdelerin arkasında kaybolacak ve “adalet duygusu sarsılacaktı”. Bakanların, milletvekillerinin ve üst düzey bürokratların yolsuzlukları örtbas edilirken, biz de yalnızca verilen yanıltıcı rakamlarla yetinmek zorunda “kalacaktık”. Enflasyon verilerinde olduğu gibi kafamız karışacaktı; Tüik’mi, Enag mı?

Kadın cinayetleri ve cinsiyet temelli şiddet vakaları, medya bu olayları yeterince gündeme getirmediğinde, kadınların sesi kısılacak, toplumda büyük bir sessizlik hâkim “olacaktı”. Her yeni kayıp, sadece bir sıra numarası olacak ve kimse bu kayıpların ardındaki hikâyeleri öğrenemeyecekti. Kadınlar, korkuyla yaşamaya devam edecek, her gün birer hedef haline gelecekti.

Medyada yer bulmayan bir diğer önemli konu da yurtlardaki cinsel istismar vakalarıdır. Eğer bağımsız gazetecilik olmasaydı, bu istismarlar örtbas edilecek, çocuklarımızın “güvenliği tehlikeye atılacaktı.” Her biri birer mağdur olarak kalacak, toplumun dikkatini çekmeye çalışan aileler yalnızca duygusal boşluklarıyla baş başa “kalacaktı.” Ayrıca birilerinin “bir seferden bir şey olmaz”, “kültürümüzde bademleme vardır” dediğini de duymayacaktık. Yurtları temiz, ilim ve irfan merkezleri olarak bilecektik. Doğrusu, binlerce aile bu onur kırıcı durumdan dolayı boşluk içinde yaşamaya devam ediyor.

Siyasi suikastler ve soykırımlar, bağımsız basın olmadan sıradan bir olay haline gelecek, biz de sadece “güvenlikönlemleriyle geçiştirilecektik. Her yeni cinayet, daha fazlasının habercisi “olacaktı”; sessiz sedasız kaybolan hayatlar, adalet arayışını içi boş bir hayale dönüştürecekti.

Tüm bu örnekler, özgür basının ve bağımsız gazetecilerin Türkiye’nin demokratik geleceği için ne denli kritik bir rol oynadığını gösteriyor. Aksi halde, biz sadece yüzeydeki parlak görüntülerle yetinip, karanlıkların derinliklerinde “kaybolacaktık.”

Gazetecilere yönelik baskılar, korku imparatorluğu yaratma çabasının bir parçasıdır. Öldürülen, suikaste uğrayan, tutuklanan gazeteciler bu toprakların acı hafızasında yer eder. Her bir kayıp, özgürlük düşüncesinin ve haber alma hakkının bedelini hatırlatır; her sessizlik, geçmişin seslerini derinleştirir.

Gazetecilik, hakikat, özgürlük ve cesaret mücadelesidir. Bir toplumda basın özgürlüğü tehdit altındaysa, o toplumun vicdanı da susturulmuş demektir. Gazeteciler gerçeği açığa çıkarmaya devam ettikçe, baskılar ne kadar güçlü olursa olsun, bu ışık sönmeyecektir. Basın özgürlüğü, bir ülkenin ruhunu, vicdanını ve geleceğini şekillendiren en önemli unsurlardan biridir.