Kendi ülkemde tanımadığım insanlarla çok iletişim halinde olamıyorum, bu benim tercihim olmamakla beraber insanlar daha mesafeli, daha kişisel alanlarına düşkün. Bunun en zıttını yaşadığım şehirse Van. Özellikle yaşlı insanlar çok dışa dönük. Otobüs durağında göle giden otobüsü beklerken yan masamdaki dayı Kürtçe bir şeyler söyledi, Kürtçe bilmediğimi söylediğimde hemen Türkçeye döndü, neden Van’da olduğumu sordu. Gezmeye geldim, bir plaj varmış, oraya gideceğim dedim. Van’da yaşamıyor oluşumu kabullenemedi. "Polis misin, asker misin?" dedi, "O zaman öğretmensin," dedi. Hiçbirisi olmadığıma çok da ikna olmamakla beraber hayata dair bunaltıcı olmayan birkaç öğüt verdi. 85 yaşındaymış ve hâlâ günübirlik işler kovalamak zorundaymış çünkü emekli değilmiş. Çaylarımızı içerken biraz daha sohbet ettik. Birkaç tane fotoğrafını çektim. Sonra benim otobüsüm geldi. Küçük bir plaj çantası, güneş sonrası nemlendirici krem, havlu, terlik, çörek, otlu peynir, buzlu kahve hazırladığım çantamla Van’da mavi bayraklı bir plaja gidiyor olmam pek inandırıcı değil farkındayım. 42 km'lik yolu konforlu ve serin tek bir belediye otobüsüyle 1 saat 15 dakikada geldik. Otobüsün yarısı boştu. Yolcuları inceledim. Çevre köylerde yaşayan insanlardı çoğu, ne güzeldi, köylerinden merkeze 1 dolardan daha düşük fiyata rahatça gidip, alışverişlerini yapıp, hayata karışabiliyorlardı. Tabii daha uzak köylerde yaşayanların böyle şansları yoktu. Van şehir merkezinde rakım 1727 metre, ve biz sürekli yokuş çıkarak ve çok güzel manzaralardan geçerek göl kenarına yaklaştık. Mollakasım köyüne geldiğimizde otobüs kaptanı plaja gidecekler insin diye seslendi. Sadece 5 kişi indi. Haziranın gayet sıcak olan bir gününde neden bu kadar az kişi plaja giderdi ki? İndikten sonra 600 metre daha yürüdüm. Plaj girişi yayalar için 10 liraydı. Bir market vardı girişte, su aldım. Göle doğru ilerlemeye başladım. Belediyenin yaptığı üstü kapalı ve yanları açık, onlarca kamelya vardı. Kenarlarını güneş ışığından korumak için kilimlerle, battaniyelerle kapatmış olan aileler vardı. Uzaktan göçebe çadırlarına benziyordu. Kalabalık ve çok çocuklu aileler vardı. Geçerken beni inceleyen bir aileye günaydın dedim ve çok şaşırdılar, 3-4 saniye süren sessizliğin ardından cevap verdiler. Plaja yaklaşmıştım ve merdivenlerden iniliyordu. Merdivenler çok pisti, çekirdek kabukları, bisküvi kağıtları, kola kutuları, poşetler... Yine insanımız 2 adım ötedeki çöp kutusunu kullanmak yerine ortaya saçmış çöplerini. Sonra göl kıyısına indim; hiç şemsiye ve şezlong yoktu. Bir can kurtarma gözetleme kulesi ve altında gölgesinden faydalanan üç beş kişi vardı. Göl manzarasına inanamadım. Alabildiğine masmavi çarşaf gibi bir deniz (Van’da kimse göl demez) karşısında ufukta sisli Süphan Dağı, hafif rüzgar esintisiyle mükemmel bir yerdi burası. En fazla yirmi kişi vardı ve çok uzun bir plajdı burası. Sonra küçük ısınmış çakıl taşlarına basarak, göle ilerledim, su buz gibiydi. 4-5 metre ilerledikten sonra ayaklarım yere değmemeye başladı, insanların geneli yüzme bilmediği için kıyıdaydı. Suya alıştıktan sonra çok keyifli gelmeye başladı. Suyu tuzlu ve sodalıydı, ağır jel kıvamında yüzmesi zor bir suydu. Sonra çıktım ve otlu peynirimi van çöreğimin arasına koyup, soğuk kahvemi yudumlayarak müzik dinledim. Sonra yanıma biri geldi, "Sizi bir yerden tanıyor gibiyim ama çekindim konuşmaya," dedi. Meğer TikTok'tan takipçimmiş. Onunla biraz lafladık ve sonra beraber yüzdük. Sonra sahilde biraz yürüdüm ve belediyeyi arayarak otobüsün dönüş saatini öğrendim, ana yola çıktım ve dönüşe geçtim. Duş almamıştım ama tenim yumuşacıktı. Tüm vücuduma bir nem kürü yaptırmış gibi hissediyordum. Otele geldim ve yine duş almadım. Saçlarım keçe gibiydi, ama sevmiştim bu hissi. Hindistan'dayken omzumda mantar çıkmıştı ve 15 gündür ilaç kullanıyordum. Bir baktım beyaz lekeler geçmişti. Göle girdiğim gün geçmiş olması bir tesadüf müydü bilemedim. Sonuç olarak mantarım geçmişti.

Ertesi sabah erkenden uyanıp, popüler olmayan ve sadece burada yaşayanların bildiğini düşündüğüm bir kahvaltıcıya gittim. Sevdiğim şeylerden bir tabak hazırlattım, yanına büyük cam kulplu kupada çay verdiler. Ne kadar samimi... ev gibi. Burada kahvaltıda sıcak süt içilmesi de çok yaygın, ama hiç bana göre değil. Sonrasında Meher Kapısına gittim. Sorduğum hiçbir Vanlının bilmediği bir yerdi burası. Van’ın hemen kuzeydoğusundaki Zimzim Dağı’nın batı eteklerindeki bir kaya üzerinde, 

Tuşba’nın II. başkenti olan Rusahinili’nin 600 metre batısında bulunmaktadır. Meher’in kelime manası Ermenice “aydınlatan” anlamına gelmektedir. Diğer anıtsal kaya kapılarında olduğu gibi bu kapıdan Tanrı Haldi’nin bir ışık demeti içinde çıkacağına inanıldığı için bu isimle anılmıştır. Bunun yanında çeşitli efsaneler arasında Hz. Ali’ye ait ganimet ve atların burada bulunduğu ve her yıl bir gün bu kapının açıldığına inanılmaktadır. Diğer bir inanış ise, bir çobanın kapının tılsımını söyledikten sonra içinde hazine bulunan kapı açıldığı ve içeri giren çobanın burada uykuya dalıp uyandığında tılsımı unutmuş olması nedeniyle bir daha çıkamamasıdır.

Urartu krallarından İşpuini (MÖ 830-810) ve oğlu Minua dönemlerinde (MÖ 810–785/80) Tanrı Haldi adına yaptırılmış olan Meher Kapı, kalker kayalığın yontulması ile yapılmış önemli bir inanç merkezidir. Ön cephesinin büyük bir özenle düzeltilmesiyle oluşturulan dikdörtgen biçimli kapının çevresi iki çerçeve ile sınırlandırılmıştır. 2.60 m. genişliğinde ve 4 m. yüksekliğindedir. Bu kapı da diğer kapılar gibi kutsal olarak kabul edilmektedir. Cam gibi düzeltilen kapının iç yüzeyine 47 satırdan oluşan çivi yazısı yazılmıştır. Yok edilmesine tedbir olarak asıl metin yenilenmiş ve bu haliyle yazıt 94 satırdan oluşmuştur. Urartular çok tanrılı bir din anlayışına sahip oldukları gibi ele geçirdikleri bölgelerin tanrılarını da kutsal saymış ve bu tanrılara da inanmışlardır. Urartu Krallığı’na ait tüm tanrıların belli bir düzen içinde verildiği bu yazıtta, tanrılara ne zaman ve ne tür hayvanların kurban edileceği belirtilmiştir. Tanrı listesinin başında Tanrı Haldi gelir. Daha sonra Tanrı Teişeba ve son olarak da Tanrı Şivini gelmektedir. (Anatolian Scripts’ten alıntıdır.)

Buranın bu denli bakımsız, korumasız, tehlikeli ve pis olması beni çok üzdü. Başka bir ülkede olsa bu rivayetler ve hikayeler bal kaymakla sunulur, dünyanın her yerinden ziyaretçi çekerdi. Umarım zamanla daha çok tanınır. Akabinde Van’da en sevdiğim ve beni Van’a en yakın hissettiren yer olan Van Kedisi Evi’ni ziyaret ettim. Birisi 100. Yıl Üniversitesi’nde, birisi şehir merkezinde olmak üzere iki tane kedi evi var. Bir önceki geldiğimde üniversitedekini ziyaret ettim, bu kez ise şehir merkezindekine gittim. Üniversitedekinde kediler gayet iyi durumdaydı, sürekli veteriner kontrolündeydi ve kediler gayet uysaldı. Ama şehir merkezinde olan biraz daha ticari geldi bana. Giriş için ödeme almalarının yanında turnike koymuşlar ve jeton alıp turnikeden içeri geçiyorsun. Kediler genel olarak daha stresli ve daha gergindi. Toplu şekilde yaşıyor olmalarına rağmen insanlardan kaçıyorlardı. Birçoğunun gözünde enfeksiyon vardı ve rutin aralıklarla veteriner kontrolünde olmadıkları çok belliydi. İçerideki alan gayet pis kokuyordu ve dışarısındaki bahçenin dışına tel örgü çevrilmişti ve her yerden gelen onlarca turist bu tel örgünün çevresinde içerideki kedileri izliyordu. Adeta bir sirk gibiydi ve dehşete düştüm. 100. Yıl Üniversitesi tarafından açılan (Van kedilerinin neslini korumak için) merkezde şartlar gayet iyiyken burada şartların bu kadar kötü olması beni çok üzdü. Hayatımın 17 senesini bir Van kedisi ile paylaşmış bir birey olarak tekrar burayı ziyaret etmeyi düşünmüyorum. Van’a ilk kez gelecek olanlar varsa kesinlikle 100. Yıl Üniversitesi kampüsü içerisindeki kedi evini ziyaret etsin.

Son günümün tamamını ise Edremit’te geçirdim. Çok güzel ve butik kahveciler açılmış, kendimi Avrupa’nın küçük bir şehrinde geziyor gibi hissettim ve en mutlu olduğum şey burada bir sürü sokak köpeği olmasıydı. Köpeklerin hiçbiri insandan kaçmıyordu; hepsi bakımlı, tüyleri diri, sevecen ve oyuncuydu. Vaktimin çoğunu köpeklerle oturarak geçirdim. En kısa zamanda tekrardan Van’a gelmeyi umuyorum.