Şiddet, her gün kendini yeni bir tarzla sunarken  ‘’ Bundan daha kötü ne olabilir?’’ denilen günün ardından daha kötüsü tekrar medyaya düşüyor. Şiddetin bu dozu ve çeşidi karşısında şaşırmadan önce şiddetin kendiliğinden oluşmadığına hemfikir olmamız gerekiyor. Şiddet, yavaş yavaş organize olan, yerine göre çeteleşen yerine göre devletleşen bir ifade etme biçimidir. İfade etme yöntemler daraldığında onun yerine geçen şiddet, bir ifade etme biçime dönüşür.

Tarihin her aşamasında mutlak güç sahibi olanlar hatta seçimle gelen oligarşik iktidarlar bile kendilerine uygun bir kişilik inşasına girişti. Her devrin bu yüzden kendi sempatizanı, militanı veya yandaşı vardır. Bunlar, beslenmek koşuluyla sürekli ateşi sıcak tutar.  Burada gözden kaçırılan en büyük detay, üretilen bu kişiliklerin insana dair değerli ne varsa hepsinden uzaklaşmış olmasıdır. Bu düşkün kişiliklere her günah serbesttir. Tabiri caizse köpekler salınmış  taşlar ise bağlanmıştır. Şimdi bu kişiliğin aşama aşama oluşumuna etki eden faktörlere bakalım.  Günümüz kişiliği, baskı altında olduğu erkin tüm yönlendirmelerine ve kandırmacalarına karşı savunmasız durumdadır. Çünkü zayıf, eğitilmemiş ve ona direnme gücü verebilecek geçmişiyle arasındaki bağ koparılmıştır. Böyle bir kişilik, suya kapılan yaprak misali o taştan o taşa savrulur. Bunun sonucunda köle  bir kişilik oluşur. Buraya gelirken uğradığı her türlü aşamada bir parçasını kaybetmiştir. Bugün sokaktaki şiddetsever kişiliğin potansiyel bir katile dönüşmesi, idealize edilenin bu olmasından kaynaklanmaktadır. Yani amaç ve arzu edilen de tam da budur. Bu tür kişilikler, yeri geldiğinde kullanılan aparatlar gibi seri halde üretilmektedir. Yani bu bireyler, iktidar tezgahında parça parça işlenen mallar gibidir.

Şiddetin Meşrulaştırılmasında Medyanın Rolü

Birey, medyanın milyon yalanlarıyla bir süre sonra iradesiz bir robota dönüşür. Eğitilen bireyde hedeflenen seviye, kontrol edilebilir olmasıdır. Buradaki kontrol etme, her türlü yönlendirmeye açık halde olması demektir. Burada okulu, çevreyi ve aileyi suçlamak hedef şaşırtmak için arada topluma verilen gündem maddeleridir sadece.  Bu bireylerin bu hale gelmesinde eğitimi veya aileyi suçlamak, büyük kolektif zorbaya ses etmemekten kaynaklı sığınılan konformist yaklaşımlardır. Peki, büyük kolektif zorba kimdir? Nasıl olur da tam böyle bir kişilik, bir üretim olarak tezgahlanabilir? Büyük kolektif zorba, öncellikle şiddetin günlük yaşama inmesine seyirci kalan yetkililerdir. Reyting için absürt olanın sunumu, şiddetsever söylemlerin sahibi olanlar, büyük kolektif zorbadır. Şiddetin farklı şekillerde devam etmesine izin veren yasa koyucular, denetlemeyen yetkililer, mafyatik unsurları yer yer meşru ve kahraman gösterenler,  büyük kolektif zorbadır. Türkiye özelinde açıklanacak en büyük kolektif zorba, sevgi yerine öfkeyi büyüten dildir. Üretilen politikalarda topluma dayatılan örneklerin niteliksiz olması, bu gün yaşadıklarımızın sebebidir. Meclis kavgaları, siyasilerin sığ hamasetleri , kabadayılık gösterileri,  bir özettir.

Medyada bizler kitap okuyan kahramana en son ne zaman rastladık? Eskiden masalların sonunda iyiler kazanıyordu. Artık en çok adamı olan kazanıyor. Bunları dizi dizi, atarlı giderli görsellerle saçan medya, bu vahşetten muaf tutulabilir mi? Her sezonda yüzlerce adamın öldürüldüğü dizilerinin üreticisi, senaristi ve  buna hizmet eden herkes; şiddet ortamının hazırlanmasına dolaylı olarak neden olmaktadır . Şiddet,  her haliyle hazırlanmakta ve süslenmektedir. Şiddetle birlikte  suçun tüm aşamaları ve örnekleri  kanıksanmaktadır.

“Şiddet, yetersiz kimsenin son barınağıdır.” diyordu İsac Asimov. Eksik kalan bireyin kendini tamamlaması için şiddetin bir yol olarak seçileceğini biliyordu. Basamakları doğru ilkelerle çıkarsanız kültürel, sosyal ve sportif mekanların açıldığı yerdeki suçun zamanla azaldığını görürsünüz.

Medyada gördüğümüz ve gelecek zamanda daha beterlerini göreceğimiz tüm olumsuzluklar, bir sonuçtur. Bu sonucu oluşturan nedenler, bir tezgahta ilmek ilmek dokunarak topluma veriliyor. Bu bireylerdeki en önemli ortak eksiklik, değerlerinin eksen kaybetmesidir. Değer yargıları evrensel ahlak ölçütlerinin çok uzağındadır.  Şiddeti kanıksatan içerikli eserlerin zehirlemesi ve bir mantar gibi çoğalması sonucu çocuğa kadar inen şiddet kültürünün elbette sonuçları olacaktır. Şu an gelinen durum, geçmişin hasadıdır.

Sorumsuz ve sorunlu bir kişiliğin üretimi seri halde devam ediyor. Birey, suç makinasına dönüştürülüyor, derken topyekûn sistem çarkına su taşıyan bizler de masum değiliz bu arada. Yirmi yaşlarında gençlerin mafya bozuntularına özentisi, istediği suçu işleyecek güç ve tekniğe hazır hale getirilmesi, işleyeceği suçların cezasız kalacağını bilmesi…  En inanılmaz olana örnek vererek bu bölümü bitireyim: Bu ülkenin değerli aydınlarından Hrant Dink’i, hani şu güvercin ürkekliğiyle adım atan aydınımızı öldüren Ogün Samast’ ın emniyetteki görüntüleri dersem yeterlidir. Katil ve maktul arasında tercih yapıp katilin tarafında olan bir kabileye döndük. Diğer bir adam gelip katil ile fotoğraf çekip gururlanıyor. Bunları izleyen gençler de ‘’helal olsun!’’  diye bunu yayıyor. Bu arada şiddetin üreticileri arasında yüksek orandaki erkek istatistiği, bizlere aynı zamanda erkeğin erk ile geçmişten getirdiği baskın olma ve istediğini ne olursa olsun alma kodlarını halen taşıdığını göstermektedir. Mafyatik ve medyatik  dizilerde pişirilen bu kişiliklerin erkek hakimiyetinde olması bizlere sosyolojik olarak şu gerçeği ifşa ediyor: Erkek, şiddetin hem üreticisi hem de uygulayıcısıdır. Daha genel bir sebep olarak ise Prof. Dr. Ahmet Arslan hocamızın şu tespiti incelenmelidir:  “ Biz toplum değiliz; Peki, hocam o zaman biz neyiz? En iyi ifadeyle cemaatiz, kabileyiz, biz mahalleyiz, biz aileyiz, biz geniş bir aileyiz, köyüz biz…” Günümüzde modern olmanın göstergeleri arasında o ülkedeki insanların nasıl öldüğüne bakmamız  gerektiği söylenir. Bu topraklardaki insanların ölüm biçimleri; tam da bizi anlatıyor. İklimi parçalı bulutlu, ölümü parçalı uzuvlu, …

Medyanın ağır algı bombardımanı altında şekillenen kişilikler, bir süre sonra güçlünün haksız olsa da kazandığı görüyor. Vicdan ve merhametin zayıflık olarak algılandığı bir karakter olarak yetişiyor. Çok bağıranın haklı olduğuna veya çok okumanın faydasız olduğuna dair genel yanlışları sahipleniyor. İki yıl önce annesinin kafasını koparıp balkondan atan kişi, bugünü gösteriyordu. Uzmanlar, bilimsel verilerle neden sonuç ilkeleriyle durumu bizlere tane tane anlattı aslında. Fakat biz ne yaptık? Uzmanları dinlemedik ve bugüne dair gelişen süreci beklemeye başladık. İşin daha kötüsü de şu: Daha organize cinayetleri daha korkunç boyutlarda görmeye devam edeceğiz. Verileri şimdiden işleniyor ve bu cinayetler şu an mekan ve zaman açısından kurgulanıyor. Yarın yeni senaryolara uyanacağız, dediğimde bir gerçeğin şimdiden nasıl örüldüğünü gördüğümden söylüyorum. Çünkü kötülükle donanmış ve çetelerce organize edilip silahlandırılmış suç makinelerinin sokakta özgüvenle yürüdüğünü görebiliyorum. Aynı belirtileri, Özgecan Aslan’ın yılında da görmüştüm. O zaman ‘’Kadın Cinayetlerini  Durduracağız!’’ diyerek basın açıklaması yapanlara dövüş öğrenmelerini önermiştim. Bu sorunu çözmeye yetmezdi. Sonra basın açıklamaları arttı ve cinayetler azalmadı. O yıl 303 olan ölüm sonraki yıllarda 400’ün üstüne çıkıp arttı. Bu konuda en çok üzüldüğüm nokta, kınamalardır. Kınama, sövme, küfür, beddua, basın açıklaması, broşür veya nefret diliyle bu sorunların çözülmediğini artık anlamalıyız.

Bugün bize lazım olan en faydalı yöntem, bilimsel bir metotla mesele üzerine kampüslerden köylere kadar geniş bir yelpazede  ortaklaştırıcı doğru bir algıyı hakim kılmaktır. Binlerce gencimiz, farklı farklı kurgu ve mekanlarda ölüyor; öldürüyor. Bunları duayla, bedduayla veya basın açıklamalarıyla geçiştiremeyiz, bitiremeyiz. Çözümü başka teorilerde ve pratiklerde aramalıyız. Çünkü iyi organize edilmiş, beyni ve ruhu iğdiş edilmiş seri katiller, daha derinden daha gizli şekilde örgütlü bir kötülüğü sıradan hale getirmektedirler. Kötülüğün sıradanlığı demişken Hannah  Arendt’i  analım ve onun şu sözünü ekleyelim buraya: ‘’Devlet hiçbir zaman bireyin zihinsel ve ahlaki iç dünyasıyla yüzleşmez; sadece vücudu ve de duyularıyla karşı karşıya gelir.’’

Demem o ki sokakta bize çarpıp geçen ve değer yargıları sadece kötülük kalmış bu bireylerin yaşadığı fantastik alemde güzelliğin , dostluğun, barışın veya kitapların yeri yok. Kritik eşiği geçtik ve geri dönülmez yola girdik. Bu yüzden yakın zamanda bu tür olaylar engellenemezdir. Çünkü yıllardır biriktirilen yanlışların bedelini ödüyoruz. Bu tablo, faillerinin kadar onlara sessiz kalanların da ortak günahlarıdır. 12 Eylül ile yetiştirilmek istenen nesil apolitik olacaktı, öyle oldu. Doksanların bireyleri için eğlenceler pop müzikle pompalanmaya başlandı. İki binlerin gençleri internetle tanışıp dünyaya açıldı diye sevinirken ilk kandırmalar dolandırmalar ve sanal alemin kumarları bahislerini oynayan bir nesle dönüştü. Geldiğimiz çağdaki insan; artık örgütsüz, kimliksiz, egoist, bencil, cahil ve tüm bu eksikliklere rağmen kendinden son derece razı olan bir organizma oldu. Sokak videoları, cahil cühelanın ne kadar dobra dobra özgüvenle bağırıp çağırdığını ve topluma istikamet verdiğini gösterdi. Artık doktor dövebilme imkanlarından bahseden bir ablamızın halinden duyduğu memnuniyet, tam da içinde bulunduğumuz şiddet ve çöküşün nasıl kanıksanmış bir şekilde sokağa indiğini açıklamaya yeterdir. Sözün özü; kanla kinde  beslenen kişiliğin imalatı sürüyor ve patlamaya hazır bir bomba olarak aramızda dolaşmakta. Nerede nasıl patlayacağı an meselesidir. Buradaki failin kurbanla öncesinde bir teması veya ilişkisi olmasına gerek de yok. Yarın başka bir formda buna benzer yıkımları izlemeye devam edeceğiz. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir çünkü.