Sanat eseri, onu oluşturan sanatkarın bilinciyle ortaya çıkar. Buradaki bilinç, güçlü ve donanımlı değilse eser bir süre sonra yıkılıp yok olmaya mahkum olacaktır. Bu yüzden her yazarın yazmadan önce geçmesi gereken bazı aşamaları tamamlaması zorunludur. Yoksa yazar, bir süre sonra kendi yazdıklarıyla baş başa kalacaktır. ‘’Hislerimle özgürce bildiğim gibi yazarım.’’ sözü bir süre sonra ‘’Yazdıklarım güzel ama kimse okumuyor.’’ serzenişine dönüşür. Bu yüzden her sanat eseri, onu niçin oluşturduğunu bilen ve birikimiyle esere nitelik katan bir yaratıcısıyla var olabilir.
Hayat gösterir edebiyat ise yansıtır. Burada edebiyatçılara düşen sorumluluk, bu yansıtmayı doğru, bilinçli ve o ruhu verecek şekilde evrensel bir duygu diliyle yazmayı başarabilmektir. '' Açlık'' olgusu, yüzyıllardır işlenip her yönüyle yüceltilip alçaltılmıştır ama belki de hiçbir eserde Gazap Üzümleri kadar yüzümüze tokat gibi çarpan bir gerçekliğe dönüşmemiştir. Bu romana baktığımızda evrensel bir ruh ve gerçekçilik görürüz. Yazarımız, durup dururken açlığı yazmamıştır. Bütün dünyada bu gerçeklik etrafında perişan aç milyonların savaş trajedileri duyulmaktadır.
Eser, onu oluşturan kişinin birikimin en belirgin ifadesidir. Bu anlamda eser sahibinin bir kimliğine dönüşmektedir. Bu yüzden felsefesiz, tarihsiz, teorisiz ve yeniliklere kapılarını açmayan bir yazarın ürettiği eserin ömrü ne kadar olabilir? Üstatları tanımadan, çeşitli kurguları incelemeden ilerlemek ne kadar doğru? Örneğin Wirgina Wolf 'u okumadan, Sait Faik ile hüzünlenmeyen Sabahattin Ali ile hissetmeyen Aziz Nesin ile gülmeyen Halikarnas Balıkçısıyla balık tutmadan, Hasan Bildirici ile Van Gölü'nde dolaşmadan Mevlana ile insanları sevmeden ve Marx ile onların ekonomik statülerini irdelemeden Freud ile onları çözmeden Milan Kundera ile muhalefet etmeyen, Troçki ile başkaldırmayan, Kemal Tahir ile Anadolu'yu karış karış gezmeden, Mehmed Uzun’u duymadan Edip Cansever ve Cemal Süreyya 'yı okumadan Murathan Mungan ile mistik masallarda dinlenmeden Muazzez İlmiye Çığ ile Sümer tapınaklarında gezmeyen Aşık İnsani’yi hiç duymadan ya da Fatmagül Berktay’ı okumamış bir yazar adayı, ne kadar ileri gidebilir? Burada bu isimler örnektir aslında. Bu isimleri değil de başka isimleri de okuyup buna benzer edinimler elde edebilir. Bilinç ve birikimini zenginleştirebilir. Bu anlamda okumadan yazılan eserler bir yansıtma değil bir hayal göstergesi ve emek kıyımı olacaktır. İşin özü çok okuyup az yazmaktır. Bunu yapabilenler, edebiyatçıdır. Bir şairimiz bir sözcüğü bulamadı diye on yıl şiirini bekletmişken yılda onlarca şiiri sıkıştırabilenler acaba kalıcı olabilecekler midir? On yıl bekleyenin şiiri on yıllar sonrasına kalıyorsa burada incelenmesi gereken duyguların yoğunluğu kadar altındaki bilinçtir de. Burada hemen Aşık Veysel ve Ahmed Arif gibi taşrada kalan ve teorileri bilmeden yazanların nasıl bu seviyeye eriştikleri sorulabilir. Bunu kısaca açmakta fayda var. Öncellikle Aşık Veysel veya Ahmed Arif gibi sanatkarlar, toplumun yaşadıklarına kulaklarını açan onlarla birlikte toplumdaki en derin acının bizzat içinden gelen halk sanatkarlarıdır. Çok görüp az yazmış, çok çekip az dile getirmişlerdir. Yani hayatın gösterdiğini görmüşlerdir. Yazdıklarını süze süze gönül tezgahından yıllarca damıtmışlardır. Koca Ahmed Arif ‘in tek şiir kitabı olduğunu hepimiz biliriz mesela. Ahmed Arif demişken her ne kadar taşrada olsa da dönemin politik ve ekonomik çözümlemelerini yapabilen ve şiirde kullandıkları kavramlara baktığımızda sosyolojiden bilim dallarına tarihten Yunan mitolojisine kadar derin bir entelektüel birikim sahibi olduğunu görürüz.
Okumaya seyirci kalan ama yazdıklarına hayran olanlar, iskeletsiz bir eti ayakta tutmaya çalışırlar. Bu uğurda çok yazmak yerine yazdığının çoğunu yakanlar geleceğe kalacaktır. Bu yüzden amaç kalıcılıksa en çok da silmek gereklidir çünkü sanatkar, yazdıklarının çoğunu yakan kişidir. Şairlerden bir örnek verelim: Şu an birçok şiir yazıyor ama yirmi yıl sonrasında yazdıklarından ne kalacak? Sadece anlık duygularla üretilen içerik, yer kaplamaktan ve emek harcamaktan başka bir şeye dönüşmemektedir. Nicellik artarken nitelik hak getire! Dilin zenginliği, yöntemlerin çeşitliliği, kurgunun özgünlüğü, eserin arkasındaki bilincin iyi örülmememiş olması eseri zayıflatır. Toplum, bu anlamda kaliteli eseri bile çok sonradan fark ederken kötü olan eseri bir sonraki seneye bile taşımayacaktır. Verilere göre ülkemizde yılda ortalama dört beş bin şiir kitabı basılıyor ve bu kitapların çok ama çok azı ikinci baskısını görüyor. Hevesle oluşturulmuş eserler böylece bir heves olarak tozlu raflarda çürümeye kalıyor. Kısa bir örnek de romandan vermek gerekirse yol yıllarda ‘’Hayatımı anlatsam roman olur.’’ Hevesleri iyi kötü bir romana dönüşse de sonradan görüyoruz burada bir sanat eseri değil otobiyografik çalışma söz konusu oluyor. Ne hikmetse bu çalışmalar da artmıyor ve yazarımız ellinde kitabıyla kalakalıyor. Buradan önemsediğim bir tezi de açmakta fayda var. Kendi yaşamından anlatmaya başlayan yazarın ikinci esere anlatacak pek bir şeyi kalmadığını düzyazıcılara kötü bir haber olarak vereyim. Bu sebeple ilk romanım Ya Star’da başkarakteri bir kadın seçmiştim.
Yazar; ürettiği her eserde ruhunu, benliğini, bilincini ortaya koyar. Bir yerde ruhunun mahremini okura açar. Bunu yaparken bilgiyle, bilinçle, ideolojiyle ve derin ruh denizindeki fırtınalarla yazar. Sadece aşık olmak yazmak için yeterli değildir. Ya da köle olmak yazmak için yeterli değildir. Hiçbir şey yazmak için tek başına yeterli değildir.. Kısacası ''Gök kubbe altında yazılmadık hiçbir söz kalmamıştır.'' diyen Helenistik kültür, yanılıyordu ama bu kadar yazılanı okumadan bilmeden görmeden dokunmadan yaşamadan yazanlara ne derlerdi acaba?
Sevgili yazar arkadaşlar, bu görüşler yazmak isteyenlere bir yol önermesidir. Öncellikle kendime yaptığım bir özeleştiri ve yol haritasıdır. Tıkanan duygularımıza bir fener, duran kalemimize bir ışıltır. Bu benim bir edebiyatçı olarak kendime yolladığım bir mektuptur. Adres olarak da hepinizin adresini verdim. Herkesin kendine bir pay çıkarması umuduyla.