Toplumsal olayların edebiyata ve sinemaya yansıtılması gerektiğini düşünenlerdenim. Çünkü yazmak, toplumcu gerçekçi olmanın yanı sıra topluma karşı bir vicdan görevidir. Hele hele bizim gibi geri kalmış Ortadoğu toplumların hem kitlesel yıkımların çokluğu hem de bunların çeşitliliğinden dolayı yaşananları hafızamızda tutmakta zorlanırız. Her şeyi hızlıca yaşayıp bir sonraki kıyıma geçtiğimizden yıkımlara karşı bir duyarlılık ya da bir farkındalık da gelişmiyor.
Vicdanımız, çok yakın zamanda büyük göçler, kıyımlar ve ölümler gördüğü halde bunların sanata yansıması yeterli midir? Toplum belleğinde buna dair bir empati geliştirebildik mi? Adaletten siyasete, sanattan ruh sağlığımıza kadar bu acılarda üstümüze düşeni yaptık mı? Yaptıklarımız yeterli oldu mu? Maraş, Çorum ve Sivas daha yakın zamanda köy boşaltmaları, Roboski, Gazi, Gezi vb büyük yıkımları unuttuk. Ateş düştüğü yeri yaktı sadece. Peki, hukukta sağlayamadığımız adaleti, siyasette gerçekleştiremediğimiz hesaplaşmayı sanatta yeteri kadar işleyebildik mi? Benim cevabım kocaman bir hayır. Neden hayır dediğime önce Avrupa’dan bir örnek vereyim. Yahudiler’in uğradığı Nazi katliamı sonrasında yaklaşık yetmiş yıldır binlerce film ve kitap üretildi. Belgeselden röportaja heykelden müzeye kadar kültürel anlamda bütün dünyaya katliamı lanetleyen bir mesajla içerik üretip durdular. Bu yüzden bugün Almanya’da bu soykırımı lanetlemeyen kimse yoktur. Gel gelelim bizim topraklarımıza. Bu yazımda Maraş örneği özelinde toplumsal kayıt etme sorumluğumuzdan ve son dönemde yazılmış etkileyici bir kitaptan bahsedeceğim.
1978 yılının aralık ayında Maraş’ta gelişen iftira, kışkırtma ve yalanlarla hazırlanan katliam, bir hafta boyunca şehirde insan avına dönüştü. Yaşanan büyük kıyımın resmi tutanaklarını okumak bile her yiğidin harcı değil. Genişçe bilgi için o dönemin ancak izin verildiği kadarıyla çekilen fotoğraflarına ve sonuçlarına bakmanız yeterlidir. Yaşananlar o kadar sarsıcı ve toplum hafızasında derin bir noktaya denk geliyordu ki mağdurlarından Birgül Sarıkaya olaydan ancak kırk altı yıl sonra 2024 yılında bunları kaleme alabildi. Dile kolay tam kırk altı yıl sonra yazmak. Kırk altı yıl boyunca bunları bir bilinçte taşımak ve ölen yakınlarını bir gün bile olsun unutmadan yaşamak.
Öncellikle kitabın birkaç teknik kusurlarından bahsedip daha sonra içeriğine ve yaşananların gerçekliği karşısında bizi nasıl sarstığına değineyim. Kitap uzun bir çocukluk betimlemesiyle başladığı için yazarın otobiyografisine dönüşmektedir. Kitabın konusu olan kıyımın yaşandığı günün öncesine fazlaca odaklanılmış. Özellikle bu bölümde verilen cümlelerin düşük oluşu ve sık sık tekrara düşen ifadelerle ilk bölümün zor okunduğunu dile getirmeliyim. Yazarın buradaki birkaç cümlesinde yer alan kelimelerin doğru kullanılmadığı düşüncesindeyim. Örneğin sayfa 141’de ‘’ … bunun adı şoktu, akıl tutulmasıydı.’’ ve sayfa 163 ‘te ‘’ Tepkisiz kalamazdın bazı şeylere. Buna insan anatomisi izin vermezdi.’’ gibi. Eserin en önemli eksiği yazarın olayları anlatırken sık sık kendi duygularını yansıtıp okuru olay akışından koparmasıdır. Yerine göre yakarışlar, temenniler, seslenmeler, beddualar, sitemler; yazar tarafından verildiği için okurun duygu ifadeleri kendi içinde kalıyor. Buna benzer teknik kısımların ileriki baskılarla düzeltilmesi çok kolaydır. Zaten bu eksiklikler, anıların gerçekliği karşısında önemsizleşiyor.
Maraş’taki Çocuk, 2024 yılında yayımlandı. Bu kitabın en önemli özelliği yukarıda bahsettiğim tarihe kayıt düşürme özelliği kadar birinci elden anlatıma sahip oluşu. Yazar Birgül Sarıkaya, bu yönüyle yaşanan katliamı sloganlara indiren ‘’Unutmadık, Unutmayacağız.’’ klişesinden kurtarıp eserle karşımıza çıkıyor. Yazar, bu katliamda babası gözü önünde öldürülmüş ve şans eseri ölümden dönmüş bir mağdur. Kolay kolay yazılamayacak okunmayacak ve taşınamayacak bir kitabı bağrına taş basarak ağlaya ağlaya yazdığını kitabı okudukça görebiliyoruz. Katliam günü küçük bir çocuk olmasına rağmen nasıl lince uğradığını, yediği hakaretleri, eli satırlı silahlı yobazlardan nasıl yalın ayakla sokak sokak kaçtığını ayrıntılı anlatıyor. Evlerini basanların duvardaki Atatürk ve Ecevit çerçevesini bile kurşunlayıp ‘’Karaoğlan gelsin de kurtarsın sizi.’’ dediğini hatırlıyor. Yazarın TÖBDER’li babası, her daim yoksuldan yanadır. Bu yüzden maddi durumu kötü olan Bakkal Cuma’dan özellikle alışveriş yapılmasını tembih eder. Yoksul olan Bakkal Cuma, insanlıktan da yoksun olduğunu katliam günü gösterecektir. Her şeyden haberi olan bakkalın geceden gaz bidonlarıyla insan yakmaya hazırlandığını bilemeyecektiler. Daha doğrusu hiç kimse, insanın bu kadar canavarlaşacağını beklemezdi. Geceden başlayan saldırılar karşısında beş kızıyla eve sıkışan babaya ‘’ Sizi araçla şehirden çıkaralım, canınızı kurtaralım.’’ der komşusu. Bu teklife ‘’ Dost kazandım, düşmanım yok. ’’ diyen babanın kurşunlanmış bedeni sonraki sabah yakılmak için sokakta sürünecekti. Yaşananların gerçekliğini kabul etmekte zorlanınca kitaba ara verip kendi vicdanınızla baş başa kalıyorsunuz. Okuduklarınızı hazmetmek zor oluyor. Bir süre sonra kitaba ara verip düşünmeye başlıyorsunuz. Kitaba devam etmeye cesaret arıyorsunuz. Sizleri böyle yaralayan satıları yazma cesareti gösteren yazara saygıdan dolayı devam edebiliyorsunuz.
Kitabın her bir sayfasında ayrı bir çarpıcı hikayenin konusu çıkıyor. Her hikaye biraz daha sizi kanatıyor. Kitap bir anı kitabı olmasına rağmen yüzlerce metafor ve imgeyi de barındırıyor. Mavilerin yavaş yavaş siyaha bürünmesi, yakılmak istenen kitapların zaten evle birlikte yakılması, annesini kaybettiği günde kızının doğması, bir şey görmesin diye saklanılan yedi yaşındaki kardeşinin tam da her şeyi gören noktada olması, babanın beş kızını aşırı koruyan fedakarlığına rağmen ölmeden önce son sözünün ‘’ Yavrularıma dokunmayın.’’ oluşu, O günü hatırlatacak her şeyden uzak durmaya çalışan annenin her aynaya baktığında görmek zorunda olduğu takma gözü… Buna benzer onlarca kalem yazmaz dile gelmez an’ın olduğu bu eser, kırk altı yıl sonra bugün insanlık için bir hesaplaşma ve arınma fırsatı sunuyor. Yazarın sık sık şiirlere başvurması, yaşananların karşısında düz yazının çaresiz olmasına bağlıyorum. Ben de buraya denk gelen Şair Seyyidhan Kömürcü’nün birkaç dizesini ekleyeyim:
‘’ Yeni uyandım/ dünyada yeni uyanma anına benzeyen bir an var/ ölemediğin/ ama yaşamaya da devam edemediğin bir zaman ‘’
Maraş’taki Çocuk kitabı, başka bir gözle incelenirse babasına doyamayan bir kız çocuğunun kırk altı yıl sonra babasına verdiği bir cevaptır. Kızının okumasını isteyen bir babaya bir kitap hediye ederek onu ölümsüzleştiren yazarın borcunu ödemesidir. Dert üzerine dert çeken annenin hayatta son isteği olan eşinin yanına gömülememesinin trajik bir yolculuğudur. Binlerce kez susulan sorulamayan ve boynu vurulan sözcüklerin toplamıdır. Bir çocuk gözünden ailenin ve ülkenin iç dökümüdür. Benim benzetmem az ve öz olacaktır: Maraş’ taki Çocuk, tam da Türkiye’ dir. Sadakatten ihanete, adaletten cinayete ve nefretten ibadete bir ülke fotoğrafıdır.
Kürtlere, solculara ve Aleviler’e yönelik katliam olarak resmi evraklara geçen Maraş Katliamı öncesinde Ecevit döneminin getirmiş olduğu özgürlük rüzgarı bütün ülkeye bir umut aşılamıştı. Mavi gömleğiyle Maraş Meydanı’nda özgürlüğü anlatan Ecevit’i mavi gömleğini giyip babasıyla beraber dinlemektedir yazarımız. İktidardaki Ecevit’in; katliamın sürdüğü bir hafta boyunca buna engel olmaması ve yüzlerce insanın ölümüne karşı bir şey yapmamış olması, yarım asır sonra bile yazarın yakınmasından kurtulamamaktadır.
Kitapta anlamadığım ve ne söylenirse söylenilsin yadırgayacağım en önemli gizem, yazarın onca acıya ve zulme rağmen dilini barıştan yana kurmasıdır. Milan Kundera ‘’ Bir insanın neresine vurursanız orası onun kimliği olmaya başlar.’’ diyerek insanın vurulduğu yere işaret eder. Oysa Yazar Birgül Sarıkaya, defalarca vurulduğu kan ve kine rağmen karşısında örgütlenen kötülüğe seslenerek: ‘’Maraş’a bir anıt yaptıralım. Yılda bir gider karanfil koyar, acımızı hafifletiriz.’’ diyerek temel insani sesle duygularını ortaklaştıracak yürek arıyor. Alevilik inancı gereği diken atana gül atarak ortak yaşama davet ediyor. Bu kadar yücellik, benim anlayacağımdan daha ileri insani bir noktaya denk geliyor. İki yüz sayfa boyunca yıkımı, ruhsal karmaşayı, benliğin ve dirayetinin nasıl yok edildiğini anlatırken bir defa bile intikam sözcüğünü kullanmıyor. Bu yönüyle insan üstü bir iradenin inancıyla cümlelerini farklılıklara değil ortaklıklara sürüyor.
Katliamı gerçekleştirenler, devamında Çorum’da, Sivas’ta ardından Gazi’de benzer katliamları örgütlediler. Halen Alevi denilerek kapılarına çarpı işareti konulan insanların haberleri medyaya düşüyor. Ötekileştirme, ayrıştırma ve toplumu galeyana getirip kışkırtma; özellikle dini veya milli değerler üzerinden üretilen hamasetle birleştirmek yakın dönemde binlerce onarılmaz acılara neden oldu. Olayların büyümesi için üretilen klasik yalanların bir elden çıktığının ilk kanıtı da yalanların aynı olmasıdır. ‘’Atatürk’ün evine bomba attılar, camiye bomba attılar vb.’’ yalanların yüzlerce insanların ölümüyle sonuçlanan büyük yıkımların ilk fitilini ateşleyen benzer yalan olması bir tesadüf mü? Maraştaki Çocuk, tam da bu noktada büyük bir dikkatle okumamız gereken ve insani duygularımızı yeniden yeşertmemiz gereken bir sesle bizi empatiye çağırıyor. Yeryüzü sofrasında kimliklerin ötekileştirilmediği bir dünya özlemiyle kan ve kine karşı cephe alıyor. Eğer vicdanınızı da açarsanız arka planda size bir bilinç vererek sizi örgütlü kötülükten ayırıp birleştirici olan değerlere yöneltiyor.
Yazar, bizlere karşı yazma görevini yerine getirip ateş topunu kucağımıza bırakıyor. Bizlere düşen de bu okuduklarımızdan yeni bir insanlık inşa sürecinde taraf olmamızdır. Tutmamız gereken taraf, insanlıktır.